Çocukluğum

» Bir yandan okul diğer yandan ev ve bahçede aileme yardım ederek geçen çocukluğum.
» Dermason’dan gece dönüşümle ilk sorumluluk sınavımdan geçiyorum.
» Hayatımı Fertek’te geçirmemeye karar veriyorum.
» Umudum kaysı çekirdekleri.
» En büyük sermayem babamın öğüdü.

    Ben 10 Kasım 1943 yılında Niğde’nin Fertek kasabasında doğdum. Toplam yedi kardeştik. Kendi halinde bir anne-babaya sahiptim.

    İlkokulu Fertek’te okudum, zaten ilkokuldan sonra eğitim yaşantıma devam da edemedim; koşullar el vermedi. O günlerde istenilen şeyleri elde etmek günümüzde olduğu kadar kolay değildi.

    Sadece biz değil, Türkiye fakirdi aslında. Bağcılığın dışındaki işlerle de uğraşıyorduk. Koyun ve kuzularımız vardı. Yavruları iki ay kadar anne sütüyle beslendikten sonra otlayabilecek kıvama erişirdi. Mayıs ayından itibaren her gün iki kez kuzuları otlamaya götürmek gerekiyordu. Henüz ilkokula gidiyordum. Babam beni sabahın beşinde uyandırıyor ve kuzuları otlamaya götürmemi söylüyordu. Dersim dokuzda başlıyordu. Dersten önce üç saat kadar kuzu otlatıyor, eve geliyor ve annemin pişirdiği çorbayı içip koşarak okula gidiyordum. Öğlen saati geldiğinde yeniden eve koşuyorduk. Annemin hazırladığı yemekleri yedikten sonra yeniden okula gidiyorduk. Öğleden sonra iki saat daha ders görüyorduk. Saat dört gibi yeniden okuldan dönüyorduk. İşlerimiz yine de bitmiyordu. Bu kez kuzuları ikinci bir kez otlamaya götürüyor ve yeniden üç saat kadar başlarında bekliyorduk. Saat akşam yediden sonraysa vakit bulursak ödevlerimize zaman ayırmaya çalışıyor ancak çoğu kez yorgunluktan uyuyakalıyorduk.

    Temmuz ayı gibi kuzular satılıyordu, okullar da tatile girdiğinden daha fazla zamanımız oluyordu. Ancak tatil olunca babam bana yeni bir iş buluyordu. Fertek’ten Niğde’ye giden yol üzerinde 6 dönümlük, bakımlı bir elma bahçemiz vardı. Beni bahçeyi beklemem için oraya gönderirdi. Bahçe önünde arkadaşlarımla oynamak çok hoşuma gidiyordu. Bahçede bir adet su kuyusu vardı. Benim görevim, babamın sebil olsun diye bahçe kapısı önüne astığı iki adet su küpünü boşaldıkça gidip kuyudan çektiğim suyla yeniden doldurmaktı. Küplere su doldurdukça yoldan geçen insanlar durup su içiyordu. O zamanlar araba yok denecek kadar azdı, insanlar çoğunlukla eşek veya atla seyahat ediyordu ve ancak bir sebil bulduklarında durup ara veriyorlardı.

    Bunun dışında kendimi gün boyu oyuna kaptırıyordum. Bahçe civarına gelen arkadaşlarımla ağaçtan birkaç elma topluyorduk ve elmaları top olarak kullanıyorduk; gerçek bir topumuz yoktu ne yazık ki. Elmaya çok sert vurup parçaladığımızdaysa yedek elmayı kullanmaya başlıyorduk.

    İlkokulu bitirene kadar bu şekilde bir hayat sürdüm. Tüm bunların dışında babama bağcılık gibi başka işlerde de yardım ettim. Hatta bir akşam kapının önünde oynarken babam yanıma geldi ve 6-7 km uzaklıktaki Dermoson (şimdiki adıyla Hançerli) köyündeki değirmenlere gitmem gerektiğini söyledi. Saat akşamın sekiz buçuk, dokuzuydu ve hava kararmaya yüz tutmuştu. “Baba, ben gidemem, korkuyorum,” deyince babam, “Sen erkeksin, erkekler korkar mı hiç?” diye yanıtladı beni. İkinci kez şansımı denemek için, “Ben oraya daha önce hiç gitmedim,” dedim. Babamdan aldığım tek yanıt, “Eşek bilir yolu,” oldu.

    Ne yazık ki çabalarım boşa gitmişti. Dermoson’a gidecektim, başka çarem yoktu. Babam eve girdi ve kısa süre sonra içinde buğdayların bulunduğu bez torbaları getirdi. Torbaları eşeğe bağladıktan sonra elime bir sopa verdiler ve beni uğurladılar. Yol boyunca in cin top oynuyordu, herhangi biriyle karşılaşmak mümkün değildi. Gittiğim yolu sadece ay ışığı aydınlatıyordu. Çok korkmuştum ama sonunda köye varmayı başarmıştım. Yan yana sıralanmış toplam beş değirmen vardı, babam bana yukarıdan ikinci değirmene gitmemi söylemişti. Değirmeni bulmuştum bulmasına, ama değirmen kapalıydı. En iyisi köyün içine gidip birilerine sormak dedim kendi kendime ve yeniden eşeğime bindim. Köye ulaşınca ışığı yanan ilk evin kapısını çaldım. “Hayırdır evladım?” diye sordu bir adam. Ben de ona değirmenciyi aradığımı söyledim. Bana değirmencinin evini tarif etti. Biraz daha yürüdükten sonra adamın tarif ettiği eve ulaştım ve kapıyı çaldım. Kapıyı açan adam da biraz daha aşağıda yer alan evin değirmencinin evi olduğunu söyledi. Sonunda değirmencinin evini buldum. O da hemen üzerini değiştirip benimle geldi. Değirmeni çalıştırdı ve buğdayımı una dönüştürdü. Unu yeniden eşeğe bağladım ve Fertek’e doğru yola koyuldum. Yine karanlığın içinden geçerek köyüme ulaştım. Eve vardığımda annem bir sevinç çığlığı attı. Saat gecenin dördü olmuş ve annem haliyle çok endişelenmişti. Beni gören babamın ilk dediği, “Ben sana ne dedim Hanım; bu aslandır, bu becerir,” demek oldu.

    Evet, küçük yaşta öğrendim belki kendi ayaklarımın üzerinde durmayı, birçok zorlukla başa çıkmayı ama çok da yoruluyordum. Küçük bedenime fazla geliyordu tüm bunlar. Ömrümün sonuna kadar bu şekilde yaşayamayacağımı anladım. Ne yapmam gerektiğini düşünüyordum sıkça. Sonunda bir karar aldım: Ablamın yanına, Ankara’ya gitmek istiyordum. Annem ve babam bu kararıma nasıl tepki vereceklerdi acaba?

    Eşiyle birlikte Ankara’da yaşayan ablamın yanına yerleşme kararımdan aileme bahsettiğimde çok karşı çıktılar. Ama ben kafama koymuştum bir kere, Ankara’ya gidecektim. Önce otobüs bileti alabilmek için para bulmam gerekiyordu.

    Ne yapabileceğimi, nasıl para kazanabileceğimi uzun uzun düşündükten sonra aklıma kayısı çekirdekleri geldi. O dönemde kayısı çekirdekleri toplanıyor ve alıcıları tarafından oldukça rağbet görüyordu. Günlerce, hatta aylarca kimseye görünmemeye çalışarak kayısı çekirdeklerini topladım ve ceplerime doldurdum. Topladığım çekirdeklerin tümünü sattım. Yaklaşık 1,5 ay sonra 9,25 lira para biriktirmiştim.

    Ben kafama koymuştum ve gidecektim. Fertek’te bir ömür boyu babam gibi bağcılık yapıp, kıt-kanaat geçinmek istemiyordum. Çok tartıştık, bazen ümitsizliğe kapıldım. Sonunda direnişlerime daha fazla karşı çıkamadılar ve biriktirdiğim parayla otobüs bileti almama yardımcı oldular.

    Babam vedalaşırken cebime 2,5 lira kâğıt para ve birçok da öğüt verdi: “Bak oğlum, kimsenin parasına göz dikmeyeceksin. Her zaman helal para kazanacaksın. Eğer çaldığını-çırptığını veya yanlış yola düştüğünü öğrenirsem, seni evlatlıktan reddeder bir daha da bu eve almam bilesin.” Bu sözler arasında bindim ablamla birlikte otobüse ve 7 Eylül 1957 tarihinde bilinmezliklerle dolu koskoca şehir Ankara’ya geldim.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye