Bilinmezliklerle Dolu Ankara

» Geride Ailem, sevdiklerim önümde umutlarım…
» Kimsesizliğim de Ankara’nın soğuğu da üst üste gelmişti.
» “Üniversiteye gidememiştim belki ama kendi çabamla bir şeyler yapabilirdim. Karar vermiştim; kendi üniversitemi kendim yaratacaktım: Benim üniversitem bu meslek olacaktı

Ablamın eşi astsubaydı. Beni evlerinde misafir ettiler, ancak bana karşı ilgili olduklarını pek söyleyemezdim. Benimse gidecek başka bir yerim yoktu. Yine onlara, beni eve aldıkları için çok teşekkür ediyorum.

Bir tanıdık vasıtasıyla, henüz yeni ayrılmış ve kendine bir torna dükkânı açmış sanat okulu öğretmeninin yanında çırak olarak işe başladım. Ustam bana her gün 1 lira yemek parası veriyordu. Haftalık kazancımsa 5 liraydı. Haftalığımı aldığımda tümünü enişteme veriyordum. Evlerinde kaldığım için, evin giderlerine yardımcı olmak zorunda kalıyordum. Günlük aldığım 1 liralık yemek parasının yarısıyla yemek yiyor, geri kalan 50 kuruşuysa her akşam evdeki kumbaraya atmamı söylediler. Kumbarada biriken 50 kuruşlarla eniştem bana pantolon ve ceket almıştı.

1957 yılıydı, henüz Ankara’ya yeni gelmiş sayılırdım. Ustam bir taksi çevirdi ve arabanın bagajına bir şeyler koydu. Taksiciye bir adres verdi, ben de taksiye bindim. Gideceğim yer yeni yeni gelişmeye başlayan Yenimahalle 7. Cadde’deydi. Taksici verilen adresi buldu, durunca bagajdan malzemeleri çıkardı ve beni orada bırakarak çekti gitti. Malzemeleri ustamın istediği yere teslim ettim. Yeniden Denizciler’deki atölyeye dönmem gerekiyordu, ancak ustam para da vermemişti. Cebimde beş kuruş para olmadığından gelirken takip ettiğim yolu koşa koşa yeniden geride bıraktım. Beni görür görmez, “Nerede kaldın, lan ?” dedi. Ben de kendisine tüm yolu yayan geldiğimi söyledim. İçten içe çok kızmıştım, nasıl geldin sen buraya diye soracağına, beni azarlamayı tercih etmişti. Oysa ben atölyeye ulaşana kadar ne büyük korkular yaşamıştım. Ankara’yı henüz çok iyi bilmememe rağmen kaybolmadan işe ulaşmıştım.

Aynı yılın kışındaydık. Ablamlarla birlikte Kayabaşı’nda oturuyorduk. Havalar o kadar soğumuştu ki, oduna ihtiyaç duyuyorduk. Eniştemle Ulucanlar’a gittik. 150 kg odun aldık. Eniştem taşımam için bana da bir torba uzattı. Gücüm yettiği ağırlıktaydı. Tahminimce içerisinde 10-15 kg kadar odun vardı. Bir sonrakinde sırtıma koymaya başladım. Takozun içine yerleştirdiğim odunları yaklaşık 1,5 km’lik bir mesafeye sahip olan Ulucanlar’dan Kayabaşı’na kadar taşımaya başladım. Odunları getirdikten sonra üç-beş kırıp, eski ahşap evin ikinci katına çıkarıyordum. Eski ismiyle taş kömüründe kırıyor, her gün için bir teneke, yedi gün için yedi teneke çıkarıyordum. Bu benim tatil günümdeki, yani Pazar günlerinde yaptığım önemli görevlerimden biri haline gelmişti.

1958 yılının nisan sonları veya mayıs başlarıydı; henüz Ankara’ya yerleşeli 7 ay kadar olmuştu. Eniştemle ablam tayinlerinin çıktığını söylüyordu.

Ablamla eniştem giderken kalacak yerimin olmadığını bilen ustam, “Sen kal evladım, ben bakarım sana,” demişti. İşte o günden sonra, dükkânda yatıp kalkmaya başlamıştım. Ne bir soba, ne de bir tuvaleti olan bu dükkân konfordan çok çok uzaktı ama en azından gece olduğunda kapısını kapatabiliyordum. Geceleri çok düşünüyordum; üniversiteye gidememiştim belki ama kendi çabamla bir şeyler yapabilirdim. Karar vermiştim; kendi üniversitemi kendim yaratacaktım: Benim üniversitem bu meslek olacaktı ve kendimi bu alanda geliştirecektim.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye