İki Yıl Süren Zorlu Çıraklık Dönemi

» Sıkıntılarla dolu çıraklık günlerim…
» Nihayet bir göz oda, küçük bir tuvalet…
» Annem ve babamdan ayrı geçen 2 koca yıl…

Beslenmemden iyice kıstım. Çürük karpuz ve kavunları alıyor, çürük yerlerini atıp geriye kalan kısımlarını ekmekle katık edip yiyordum. Bazı zamanlardaysa bildiğimiz gazozu ekmekle katık ediyordum. Kazandıklarımı biriktirerek battaniyenin borcunu ödemeyi başarmıştım, ancak bu sırada beslenmeme özen göstermediğimden aşırı derecede zayıflamıştım.

Güçsüzlüğümü işime yansıtmamaya çalışıyordum. Hatta bir gün ustam yanıma gelip U şeklindeki bir demiri ve ucu körelmiş bir testereyi bana doğru uzatarak, ”Bu demiri kesip kopart,” emri verince güçsüzlüğümü fark etsin istememiş, tam iki gün boyunca testereyi demire süre süre demiri koparmayı başarmıştım. Gidip ustama gösterdiğimdeyse ustam, “Demiri hem eğri kesmişsin, hem de testerenin dişlerini kırmışsın,” diyerek bana öyle bir tokat attı ki, yıldızlar gözlerimin önünde uçuştu adeta.

Ustam çok disiplinli bir adamdı, çok da tecrübeliydi. O dönemlerde çalışanlar olarak babamıza göstermediğimiz hürmeti, ustalarımıza gösterirdik.

İki yıl boyunca çok zor şartlar altında yaşadım. Param yetmiyordu, bu yüzden kendime yeni bir kıyafet bile alamıyordum. Üstüm başım paramparçaydı. Günlük kazandığım 1,40 kuruşla nasıl geçinebilirdim ki?

Ailem her görüşmemizde Niğde’ye gelmemi istiyordu ve sürekli gelmiyor musun diye soruyorlardı. Ben de onları üzmemek için gelemiyorum diyemiyor, geleceğim diye avutuyordum.

Tam bu sıralarda ustam, evinin altında bulunan tek göz odada kalmak isteyip istemediğimi sordu. Elbette kabul ettim. Benden ne bir kira ne de bir elektrik parası aldı. Burası hem daha emniyetliydi, hem de bir tuvaleti vardı. Ama o kadar soğuktu ki, bir sabah uyandığımda su testisinin ortadan ikiye yarıldığını ve içerisindeki suyun buz kalıbı halinde içinde durduğunu gördüm. İşte ben bu odada bir başıma kalıyordum. Ne bir televizyon, ne bir telefon ne de eşlik edecek başka bir eşyam vardı.

Canım sıcak bir şey istediğinde büyük bir sevinç içinde en ucuz çorba olan işkembeyi içmeye giderdim. Kendi kendime verdiğim belki de en büyük ödül buydu.

Beslenmem o kadar kötüydü ki, iyice zayıflamış ve yanaklarım göçmüştü. Sırtım askere kadar palto, bacaklarımsa pijama görmemişti. İç çamaşırıyla yatar, iç çamaşırıyla kalkardım.

Kendime ayakkabı bile alamıyordum, ayağımdaki ayakkabılar yarılmıştı. Sonunda ikinci el satan bir yerden sağ ve sol başka model olmak üzere bir çift ayakkabı aldım. Dikkatli bir şekilde bakmayan ayakkabıların birbirinden farklı olduklarını anlayamazdı, fiyatının 3 lira olduğunu görünce ben de alıp giymeye karar vermiştim. Durumu fark eden ustam, bana gidip sıfır bir asker postalı satın almıştı. Çok mutlu olmuştum.

Artık büyümüş, bir delikanlı görünümüne kavuşmuştum. Haftalık kazandığım paraysa 35 lirayı bulmuştu. 2 yıllık bir süreden sonra nihayet Niğde’ye, ailemi ziyarete gittim. Birlikte geçirdiğimiz güzel günlerin ardından yeniden ayrılık vakti geldi. Ankara’ya dönmeden evvel babam, Mahmut adındaki küçük kardeşimi de yanıma almamı söyledi. Mahmut’un da kendini geliştirmesini ve hayatını kurtarmasını istedi. Bu durumda onu da Ankara’ya getirmekten başka bir çarem kalmamıştı.

Ankara’ya döndük ve yeniden tek gözlü odama yerleştik, bu kez iki kişiydik. Ustamla görüştüm ve Mahmut’u da yanıma aldırdım. Ben ikimize yetecek kadar para kazanırken, Mahmut haftalık 10 liraya işe başladı.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye