Hüzün ve Heyecan Bir Arada

» Gün geçtikçe kabuğumuza sığmaz olduk…
» Cevdet Zeytinci’den gelen zarf…
» Hayatın aldıkları ve verdikleri…

Mahmut yeniden Ankara’ya döndü, bu kez eşi Cemile’yle birlikte geldi. Hep beraber müstakil evimizde yaşamaya başladık.

Daha fazla para kazanmamız için daha fazla çalışmamız gerektiğinin farkındaydım. Mahmut’la aynı anda çalışabilmemiz için ikinci bir torna tezgâhı almamız gerekiyordu.

Kapının önüne çıkmış hem dinleniyor hem de ne yapacağımızı düşünüyordum. Bu sırada iş yaşantım sayesinde tanışıklığım olan adaşım Mustafa amca iş yerimizin önünden geçiyordu. Biraz laflarız diye, “Gel Mustafa amca, sana çay söyleyeyim,” dedim. “İşim çok acele, sen çay parasını ver, ben gittiğim yerde içerim,” cevabıyla karşılaştım. “Ben çayı burada kaynatıyordum, bardağın varsa sen bardağını ver ben çayı buradan doldurayım,” diyerek cevap vermiştim. Epeyce gülüştükten sonra iş yerinden ayrıldı. Ama beni düşünceli anımda çok eğlendirmiş ve mutlu etmişti.

Evet, torna tezgâhı bulmam gerekiyordu ancak o dönemlerde torna tezgâhı bulmak çok zordu. Epeyce araştırdıktan sonra bir tane tezgâh bulduk ve bu tezgâh için önceden biriktirdiğimiz 28.000 lirayı da cebimize koyarak mağazaya gittik. Satıcı fiyatının 30.000 lira olduğunu söyledi ve hiçbir şekilde indirimde bulunmadı. Cebimizdeki parayı 30.000 liraya tamamlamak üzere geri döndük.

Yeniden mağazaya gittiğimizde bu kez 32.000 lira istedi ve biz yeniden elimiz boş geri döndük. Üçüncü gidişimizdeyse 34.000 lira istedi ve fiyata sadık kalarak tezgâhı sonunda bize sattı. Artık iki tane torna tezgâhımız vardı ve ikimiz de aynı anda çalışabiliyorduk. Bu da daha fazla iş kabul edebileceğimiz anlamına geliyordu. Öyle de oldu, gün geçtikçe çevremiz genişliyor, daha fazla müşteri ediniyorduk. Mobilyalarımıza kadar hemen hemen her şeyi almış, artık gerçek bir atölye sahibi olmuştuk. Hatta yanımıza bir tane de çalışan almıştık. Kendimizce büyüyorduk.

İlk yıl ciromuz 80.000 lirayken, ikinci yıl muhtemelen bundan daha fazlaydı. Tam rakam veremiyorum ne yazık ki çünkü o dönem kazandığımız paranın birçoğunu tezgâh ve takımlara veriyorduk. Ama çok daha rahat geçinebildiğimiz bir gerçekti.

Gün geçtikçe kabuğumuza sığmaz olduk ve sonunda atölyemizin hemen karşısındaki Santral Palas Otel’inin alt katında yer alan bodrumun bir kısmını kiraladık ve takım ile tezgâhlarımızın bazılarını buraya taşıdık. İşlerimiz artmaya başlayınca yanımıza iki çalışan daha aldık. Gittikçe gelişiyorduk.

Evde de gittikçe büyüyorduk. İki kızımdan sonra, Melek Hanım’la bir de oğlumuz olmuştu; Murat gelmişti dünyaya. Kardeşim Mahmut’un da bir kızı geldi dünyaya. Eve zor sığar olmuştuk.

Cebeci’de gördüğümüz ve çok beğendiğimiz 3,5 katlı bir binayı satın almak istiyorduk. Bir miktar da para biriktirmiştik. Evin yüzde 50’sini nakit, geri kalan yüzde 50’sini ise vadeli olarak ödemeyi planlıyorduk. Paramız vardı, ama para iş yaptığımız hastanelerdeydi hâlâ. Henüz tarafımıza ödeme yapılmamıştı.

Halıcı bir hemşerim vardı, aramız da bayağı iyiydi. Kendisinden 5.000 lira borç istedim. Aybaşı geldiğinde parayı vereceğini söyledi. Ancak parayı almaya gideceğim sırada bu parayı başka yere kullanacağını, bu sebeple bana para veremeyeceğini söyledi. Elbette çok üzülmüştüm. Dalgın bir şekilde evin yolunu tutmuş, parayı nereden bulabileceğimi düşünüyordum. O sırada ayakkabı malzemeleri satan komşularımdan Cevdet Zeytinci’yle karşılaştım. Neden bu kadar dalgın olduğumu sordu ben de kendisine ev durumunu ve ihtiyacım olan paradan söz ettim. Kesinlikle amacım kendisinden para istemek değildi, sadece bana parayı vereceğine dair söz veren arkadaşımın yaptığını hazmedememiş ve bunu paylaşmak istemiştim. Ayaküstü biraz sohbet ettikten sonra ayrıldık ve işyerlerimize gittik. Aradan biraz zaman geçti ve atölyeye genç bir çocuk geldi. Bana bir zarf uzatarak, “Bunu Cevdet ağabey size gönderdi,” dedi. Zarfın içine bakınca çok şaşırdım. Tamı tamına beş bin lira göndermişti. Zarfı hemen çocuğa geri uzattım. “Ben bu parayı kabul edemem, ben kendisinden böyle bir istekte bulunmadım,” dedim. Çocuk bir şey yapamayacağını, Cevdet Bey’in bu zarfı mutlaka teslim etmesi gerektiği konusunda kendisini tembihlediğini anlattı. Çok mutlu olmuştum, Cevdet Bey’in yaptığı bu iyiliği hiçbir zaman unutmayacaktım.

Ertesi gün zarfı aynen cebime koydum ve tapu dairesine gittim. Hâlihazırda biriktirdiğim para kuruşu kuruşuna yetiştiğinden, Cevdet Bey’in verdiği paraya hiç ihtiyacım olmadı. Tapuyu üzerimize geçirdikten sonra derhal yanına giderek kendisine defalarca teşekkür ederek zarfı takdim ettim.

Cevdet Zeytinci’yle dostluğumuzun ilk adımlarını atmış, üstüne bir de ev sahibi olmuştuk. Bundan böyle her ailenin kendine ait bir dairesi olacaktı.

Öncelikle evin içindeki kiracıları çıkarmamız gerekiyordu, ancak tam bu işlemlerle uğraşacağımız sırada Mahmut’un bir küçüğü olan erkek kardeşimizin akciğer kanserine yakalandığını öğrendik ve tedavi için onu Ankara’ya getirttik. Ne yazık ki tedaviye yanıt vermedi ve hayatını kaybetti.

Cenazeyi Fertek’e götürdük, herkes çok üzgün ve bitkindi. Ama bu durumdan en fazla etkilenen 72 yaşındaki babam oldu. Hiç durmadan “Ah oğulum, sen değil de ben öleydim!” diye ağlıyordu. Zaten babam da bu acıya fazla katlanamadı ve kardeşimin ölümünden tam 61 gün sonra o da yaşamını yitirdi. Babamı kaybettiğimde oğlum Murat henüz kırk günlük bir bebekti. Hüzün ve sevinç ancak bu kadar iç içe yaşanılabilirdi.

Acılar öyle üst üste gelmişti ki, ne işi ne de Cebeci’deki kiracıları düşünecek halimiz kalmıştı. Ama hayat bir yandan da devam ediyordu ve bizim yeniden günlük yaşantımıza dönmemiz gerekiyordu.

Tüm bu olanlardan dolayı yeni evimize taşınmamız bir sene kadar ertelendi. 1973 yılının ağustos aylarında kiracıları çıkardık. Gerekli tadilatları yaptırdık ve sonunda en üstteki çatı katını depo gibi kullanmak üzere üçüncü katına biz, ikinci katına Mahmut’lar, giriş katını da bir kiracıya verdik.

En büyük kızımız Lütfiye’yi Cebeci’de ilkokula yazdırdığımız dönemde bizim de işlerimiz gittikçe büyüdü. Torna tezgâh sayımız üçe çıktı. Bu arada toplamda 4 çalışanla birlikte Mahmut ve ben vardık. Sayımız da ufak çapta artmıştı.

O dönemlerde Türkiye’de Renault otomobiller yapılmaya başlanmıştı. Biz de iki aile olarak tek bir otomobil alıp, bu otomobili ortak kullanmaya karar verdik. Hiç unutmuyorum, Kıbrıs Harekâtının olduğu tarihlerdeydi, Temmuz 1974 yılında ilk arabamızı aldık. Artık işe her sabah arabayla gidiyor, akşamları eve yine arabayla dönüyorduk. On bir sene boyunca bu otomobili kullandık. Borçlarımız tamamen silinmiş, gelirimiz de epeyce iyileşmişti.

Mahmut’un üçüncü çocuğu dünyaya gelmişti, benimse dördüncü evladım, Aliye kızım dünyaya gelmişti. Ailemiz gittikçe çoğalıyordu, çoğaldıkça da neşemiz artıyordur. Daha büyük bir istek ve şevkle işimize sarılıyorduk.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye